31 Mart 2009 Salı

bahar





Baharı soluklamak, taa ciğerlerin her zerresine kadar...
Mutlu olmak ve gülmek, taa kulaklarına varana denk
:):):)

27 Mart 2009 Cuma

İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEHİ RACİUN

BU NOKTADAN SONRA KELİMELER KİFAYETSİZ KALIYOR

26 Mart 2009 Perşembe

DUALARIMIZ SENİNLE

İçimizdeki Masum Çocuk

Hepimiz dünyaya birkaç şeyi yapabilmenin dışında her konuda aciz ve bir o kadar da masum bebekler olarak geldik. Bu gün ise o acziyet ve masumiyetten ne kadarını üzerimizde barındırıyoruz tartışılır. Gayretimiz oranında bir çok konuda belli bir güce eriştik ve sıkıntılar ile yoğrulmuş bir yaşam içersinde masumiyetimizi gölgede bıraktık. Hatta zaman zaman gücümüze güvenerek hırs duygusuna büründük ve hayata ve insanlara karşı saldırganlaşabildik. Bu saldırganlığın maddi olması gerekmiyor elbette. Birbirimiz üzerinde manevi baskılar kurarak, birbirimizin duygularını hafife alarak ve hatta dışarıda ilk defa karşılaştığımız insanlar ile dahi kısacık ama sinirleri gerici diyaloglar kurarak bu saldırganlığı psikolojik hale de dönüştürdük.
Bu noktada meseleyi iki yönden ele almak gerekiyor;

1. O masum şirin bebekler nasıl bu hale gelebiliyor?

Tertemiz duygular ile dünyaya gelen insan, zaman içersinde yaşadığı hadiseler ile zihnine bir biçimde yüklenen olumlu ve olumsuz programları birleştirerek belirli düşünce kalıplarına sahip oluyor. Yaşadıklarını doğru algılayıp olumlu neticeler çıkarabildiği ölçüde müspet hareket edebiliyor. Aksi halde etrafa sürekli negatif enerji yayan, güçlü olmaya çalışan ama mutlu olamayan ve çevresindekileri de mutsuz eden bir insan oluyor. İşte böyle bir tablo içersinde birbirimizden şikayet eder hale geliyoruz ve eleştirdiğimiz insanları gördüğümüz o olumsuz davranışlardan ibaret sanıyoruz.

2. Peki, kendimizde ya da iletişim içersinde olduğumuz insanlarda bu tür davranışlar görüyorsak ne yapacağız?

Yapılacak ilk şey, insanların bir davranıştan ibaret olmadığını bilmektir. Ardından insanlardaki çocuk masumiyetini görmeye çalışmak. Çok kızdığımız bir insanı minicik bir bebek olarak kucakladığımızı ve ona şefkat ettiğimizi düşünebiliriz. Zaten o durumdayken bir bebeğin en önemli ihtiyacı şefkat değil midir? Sonra o bebeğe sorabiliriz “sen şöyle olumsuz davranışlar sergileyen biri olmak ister misin?” diye. Tabi ki “hayır” diyecektir kendi dilince. Aynı şeyi kendimiz için de düşünebiliriz. İsteyip de terk edemediğimiz olumsuzluklarımızı hatırladığımızda kendi bebekliğimizi kucakladığımızı düşünebiliriz. Kendikendimize “ben bu bebek kadar masum olabilirim; zaten bu masum bebeklik bana ait” diye telkinde bulunabiliriz. Diğer yandan da konuyu mantık boyutu ile sorgularsak yani davranışlarımızı analiz edip çözüm için irademizi güçlü bir şekilde kullanırsak doğru sonuçlara ulaşmamız mümkün olacaktır. Masumiyetin bu şekilde hep hatırlanması, çocuklarda hep yapageldiğimiz affediciliği kazandıracaktır bize. Kendimize ve insanlara karşı ne kadar affedici olursak hem iç huzurumuzu o oranda temin etmiş oluruz, hem de insani ilişkilerimizi mükemmel düzeye ulaştırma yolunda önemli bir adım atmış oluruz.

Görülüyor ki, etrafta keşfedilmeyi bekleyin sayısız masum çocuk var. Hepinize kendinizden başlayarak bu keşfi durmaksızın sürdürebilmeyi diliyorum. Kim bilir biz büyüklerin çözemediği bu karmaşık ilişkileri belki de çocuklar çözer.
Hepinize iyi keşifler.







22 Mart 2009 Pazar

Hayat Ne Garip

Bu blogda siyaset/politikadan bahsederek zihin kirletmek istemiyorum aslında ama bazen kendimi tutamıyorum lakin işin gerçeği şu.. Oldum olası sevemedim gitti zaten. Dün akşam, önceki gün, geçen ay, 3-5 yıl kadar önce hep aynı şeylere tanıklık ediyor olmak tiksindiriyor artık. Kelli felli adamlar, ablalar, abiler televizyonlara çıkıp temaşa ediyorlar. Ortalama insandan, sürü psikolojisinden dem vuruyorlar. Cehaletlerini parayla aldıkları diplomalarla örtbas etmeye çalışıyor bazı zevat. Bir tarafta emekçi kısmı küçümserken diğer tarafta sermaye sahipleri emekçiliğe övgüler düzüyor. Çalışanın hakkı, emekçilik, işçi olabilmek kutsal değerler, bu konuda hem fikiriz. Ancak, sermaye sahiplerinin, babasının statüsüyle hayatında hiç açlık nedir yoksulluk nedir bilmeyenlerin yoksulluk edebiyatı yapmaları, emekçi düşüncenin edebiyatının yapmaları oldukça incitici. Kendi adınıza konuşun baylar, benim adıma düşünce dile getirmeyin, bu ülkedeki ortalama insan derken mesela kendinizi tenzih ederek konuşun, ben şöyle düşünüyorum deyin, insanların geneli şöyle düşünüyor demeyin. Kafanızdakileri, toplumun hepsine kabul ettirme gibi bir inançtan vazgeçin. Bırakın lütfen sosyal statünüzle sahip olduğunuz diplomaları, biraz halka inin. Çünkü küçümsediğiniz halk, çok bildiğiniz çokça okuduğunuz Platon, Sokrates, Machiavelli, Adam Smith, Keynes, Sartre, Camus gibi yazar/düşünür/felsefeci/iktisatçılarla dolu.
Zira, biz sizi çok iyi tanıyoruz.
* Yukarıdaki resim bugün mail yoluyla geldi bana. Düzene Başkaldırı adını vermişler. Hani hep bahsedilir ya sürü psikolojisi, koyun olmak, çobanlık falan. Müthiş bir ironinin olduğu kanaatindeyim.




Sen Kimsin?

*

- Sen kimsin?
~ El-cevâp:
- Sen kimsin?
Bu yankıdır!
Sana nasıl davranılmasını istiyorsan öyle davranmalısın.
*
S e v g i
istiyorsan
s e v g i y l e
sesleneceksin.
*
İyi insanlar iyilik bulur. Kötü insanlarda kendi meşreblerini bulur.
Yani.. Yanisi ne ekersen onu biçersin…
*




*


*

17 Mart 2009 Salı

Kapatır mısınız?


Dünyaya
at veya ( bağnaz, taassub) gözlüğü ile
bakan insanoğlu!
Çıkar gözlüğünü vicdanla
bak o zaman herşeydeki güzelliği
görürsün.
Saf olmak o kadar korkutmaz seni.
Bir renge tonlarca mana takmışsın.
Hiçbiri gerçek değil senin hayallerin,
girdiğin alemin sana kattıkları.
O renk edepsiz değil, rengi değiştirmeyi bırak, düşünceni değiştir.
-guraba-











14 Mart 2009 Cumartesi

Kendini Bil !!!

İnsana:
*
"Kendini bil!"
*
denilmesi,
*
yalnız gururunu
*
kırmak için değil,
*
değerini de
*
bildirmek içindir.

Cicero





13 Mart 2009 Cuma

Idir - A Vava Inouva


Gecenin geç saatlerinde internette tesadüfen rastladığım Cezayir taraflarından mest eden bir koku… Sessiz sakin derinden alıp götüren… Bir otobüs var hayalimde, ıssız yollarda, hemen bir ikindi sonrası. Dağlar, yamaçlar kızarmış güneşin kızıllığında, sanki al yanaklı bir köylü kızı… Otobüs dağlar teper aşarken ve hep bir ikindi sonrasının kızıllığı varken ve hep hayalini kurduğum gibi… Çalıyor işte şarkı, dilim dönmüyor eşlik edemiyorum. İçten, hani böyle kalbin kan pompalaması gibi, ritim tutuyorum… Buyurun dinleyin:









Yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm

Eskiden emperyalizm, komünizm, siyonizm, faşizm vs. vardı.
Artık bunlardan bahsetmek “ideolojik takılmak” oluyor.

Şimdi yükselen trend veya yeni sınıfın ideolojisi: Kariyerizm ve Konformizm!
Sağcı, solcu, İslamcı, liberal, Kürtçü, Türkçü, Atatürkçü fark etmiyor. Bu yeni “izm” değil dört eğilimi; bütün eğilimleri, grupları, fraksiyonları tek bir bayrak altında birleştiriyor.
Sloganı şu: Dünyanın bütün ‘bir yere gelmek’ isteyenleri! Birleşin!
Felsefesi de şöyle: İhale kap, köşeyi dön, malı götür. Bir baş ol; istersen soğan başı!
Tarihsel diyalektiği de şöyle kuruluyor: 20’sinde radikal, 30’unda realist, 40’ında hümanist, 50’sinde hortumcu olunur. Hayatın diyalektik akışı hortumculuğa doğru zorunlu bir süreç takip eder.
Ortak özellikleri de şunlar: Paraya taparlar, kariyeri yüceltirler, konfora bayılırlar. Komünizm, sosyalizm, İslam, liberalizm, Türklük, Kürtlük, Atatürkçülük vs. “bir yere gelmek” için sadece bir araçtır. Önemli olan bir yere gelmek, soğan başı da olsan bir baş olmak, odun da olsan aday olabilmektir. Bir yere gelince, bir baş olunca her şey biter.
Solcuysan “emperyalizm, proletarya, sermaye” vs., sağcıysan “Türk-İslam davası, İ’lay-i Kelimetulah” vs., İslamcıysan “Allah, kitap, peygamber” söylemlerini terk edersin. Yeni pozisyonda artık bunlar gayet “ideolojik” kaçan şeylerdir. Yeni sınıfın argümanlarını benimsersin. “Küreselleşen dünyada…” diye cümleler kurarsın. Dünyaya ayak uydurmaktan, değişmekten, gömlek çıkarmaktan filan bahsedersin. Mücahit/müşahit/müteahhit “zorunlu” süreçlerinden geçerek en sonunda her şeye müsait hale gelirsin. “İdeolojik” konuşmaz, boyuna “hizmet”ten bahseder, sessizce “ihale” götürürsün.
“Yenilenmek” gibi alemin ruhu olan asil bir çabayı, kartalın yaşamını uzatmak için tırnaklarını sökmesi gibi “zorlayıcı bir içkinle” değil; kariyer ve konfor gibi gayet bencil ve aşağılık bir amaç için kullanırsın. Tırnakların hala yerinde durduğu için aslında bu yenilenme filan da değildir…
Kariyeri ve konforu bir tür “nirvana” olarak görürsün. Buna kitlenmiş bir zihin için “satış” gayet kolaydır. Anında tornistan hiç de zor almaz. Fena fi’l-kariyer ve fena fi’l-konfor en büyük manevi hazzın olur. Ona ulaştın mı artık varlık nihayete erer; bütün söylemlerin, ihtirasların, kavgaların sükuna erer. İyice yumuşar, yavşar, mayışır ve alemi seyre dalarsın…
Peki, nice koç yiğidi yavşatan, öleni öldürüp kalan sağları kendine meftun eden bu “aşufte” (kariyerizm/konformizm) ne menem bir şeydir? Gücünü nereden almaktadır? Dahası bunun bir panzehiri olmalı, ama ne?



Kanımca, bu, değil Müslümanlığın, insanlığın baş belası bir hastalıktır. Yeni bir dünyanın kurulması için ortayı çıkan bütün dinler ve devrimler, acılar ve ızdıraplar içinde doğmalarına rağmen işte bu kariyerizme ve konformizme yenilmişler ve bu devran hep böyle sürüp gitmiştir.

(kısaltılmıştır)

R. İhsan ELİAÇIK




Reel sektör bu kafayla `reel olarak` batar

Küresel dalgalanmada bankalar zor günler yaşıyorlar, bazılarına devlet el koyuyor, bazıları el değiştiriyorlar, borsalar hızla kan kaybediyor, tüketim durmuş, hatta gerilemiş, tüketimlerin durması fiyat düşürerek piyasa yaratmaya dönük bir çaba gösteriyorsa da nafile bir çaba.ABD'de gördüklerimi son 2 gündür okudunuz. 700 milyar dolarlık kurtarma paketine rağmen Wall Street'te bir düzelme yok. Aksine göstergeler hızla düşüyor. Tasarruf telaşı üretim sektörlerinde stokları dağ gibi yapmış. O stoklar eriyecek ki üreticiler bankalardan aldığı kredileri ve işçilerin maaşlarını ödeyebilsinler. Kurtarma paketindeki mevduatların 100 bin dolardan 250 bin dolara çıkarılması dahi tasarruf sahiplerinde bir rahatlatma yaratmış değil. Krizin Avrupa'ya sıçraması an meselesi diyeceğim ama görünenlere bakılırsa çoktan sıçradı bile. "Sarkozy'nin 300 milyar euroluk fon oluşturalım" teklifi öylesine söylenmiş bir cümle değil. 300 milyar euro dediğine göre Sarkozy bir hesap yapmış olmalı. 300 milyar euro fon hesabının bize ağır bir fatura olarak yansıması an meselesi. AB'de fon konusunun gündeme gelmesi Türkiye'nin doğrudan ilgilenmesi gereken bir durum arz ediyor. Diğer taraftan borsadaki yatırımların yüzde 70'i yabancı alıcılar. Borsa hareketleri ve gerileme yabancı yatırımcılarda panik havası yaratarak bir kaçış gösterebilir. Bu kaçış doların euro karşısında yükselmesine ilaveten, kaçıştan dolayı doları daha da yükseltebilir korkusu hâkim. Cari açık da bir başka sorun. Türkiye'deki bankacılık sektörünün yüzde 51'i Avrupa kökenli bankalar. Krizin Avrupa'da ABD benzeri gelişme göstermesi bizdeki bankalara da aynen yansıyabilir.Şirketler olsun, kişiler olsun az veya çok miktarlarda paraları bankalarda. Hepsinin ortak korkusu ve sorusu şu: "Kriz büyür de bankalara yansırsa paralarımızı nasıl alacağız?"Krizin döviz ve finans piyasalarına yansımaları bu minvalde. Şimdi gelelim reel sektörün durumuna.Türkiye'nin mali ve reel sektör piyasalarının yapısı ABD ve Avrupa'dan daha farklı.Çünkü Türkiye'de finans piyasalarından daha geniş bir alanda yapılanmış bir reel sektör var.Bir süre önce yazdım. "Güçlü dolar, ihracatçımız için iyi değil" dedim. İyi değil çünkü genel ihracatımızın yüzde 65'ini; tekstil, hazırgiyim ve konfeksiyon ihracatımızın ise yüzde 80'ini euro pazarına yapan bir ülkeyiz. Ayrıca bu ihracatı yapabilmek için hammaddelerimizin ağırlıklı yüzdesini YTL ve dolar ile temin eden bir sektöre sahibiz. İhracatçılarımız yıllardır bu imkânlarla rekabet edebilir haldeydiler. ABD pazarı zaten kaybedilmiş. Bu nedenle yükselen dolar kısa sürede bu pazarda hareket yaratamaz. Ancak AB pazarında kan kaybetmemize neden olabilir. Üstelik dolar yükseldiğinden ithalattan kaçış başlar ve iç piyasa alımlarına dönebilirler. Bu durum iç piyasada hareket gösterecek anlamına gelse de iç piyasada fiyatlar yükseleceğinden rekabet anlamında bir kaosu bu noktada yaşayabilirler.O reel sektör döviz hareketleri, düşen tüketim eğilimi, daralan kredilerin yanı sıra uzun süredir ödeme ödememe, kısaca tahsilat sorunu yaşamaktaydı. Bu sıkıntı küresel krizin ardından daha da artmış durumda. Banka kredileri kullanımı yaygın değil. Yaygın olmayan banka kredileri, sektörlerin birbirlerine kredi açma yapısını gerektirince çok geniş alanda alacak borç ilişkisi var. Bu ilişki o kadar yaygın ki, vadeli çeklerin yoğunluğu had safhada. Ancak vadelerin uzunluğu riskleri artırırken her çekin arkasında 8-10 ciro olması ekonomiyi de şişiriyor ve asıl tehlike işte bu noktada başlıyor. 10 bin YTL'lik bir çekin arkasında 8 ciro olması ekonominin 10 bin dolarlık ekonomik hareketi 80 bin YTL'ye çıkardığında ve o çekin ödenmemesi halinde 8 cirantanın güç durumda kalması reel sektör piyasalarının çok güç durumda kalacağının habercisi. Bu çeklerin ödenmemeleri domino etkisi yaratarak reel sektörü kilitleyecek ve iflasları gündeme getirecek korkusu hâkim. Geçen hafta içerisinde Başbakan'ın bir konuşmasında "çek"lere dikkat çekmesi herhalde bunun içindi ama kimse üzerinde durmadı. Oysa bu konu üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu ve piyasalara mali sektör krizinden çok daha ağır darbe vuracak nitelikte. Anlayacağınız reel sektörde yaygın olan sektörün sektöre kredi açma yapısı ödenmeme ve güven anlamında darbe alırsa iş hayatı durur. Tasarruf eğilimi nedeniyle mal satamama sıkıntısı yaygın. Malını satamaması reel sektör iş sahibini üzen bir yapı oluşturuyor. Ancak işin bir ilginç yanı daha var: Malını satan reel sektör mensubu malını sattığında üzüntüsüne bir de "Acaba ödenir mi?" korkusu yaşıyor. Talep düşük, hatta yok. Talepsizliğin böyle devam etmesi hali işten çıkarmalara varacak. İşsizlik psikolojik bunalımların yanı sıra borçlarını ödeyememe durumu yaratacak ve bu kez reel sektör bir darbe daha alacak.Reel sektörün bir sıkıntısı daha var: Yaptıkları yatırımlardan kalan borçları 120 milyar dolar. "Düşen satışları, daralan banka kredileri ve kapanan fabrikaları üçgeninde bu borçlar nasıl ödenecek?" sorusunun şu an cevabı yok. Tüm dünya küresel kriz dalgalarıyla boğuşurken Başbakanımız "Hamdolsun bizde bir şey yok" diyebiliyor. Ama "Çeklere dikkat, döviz ile borçlanmayın" demekten de geri kalmıyor. Demek ki açık edemediği bir şeyler var. Süper güç ABD'nin başkanı Bush 700 milyar dolarlık kurtarma planının onaylanmasından 25 dakika sonra televizyonlara çıkıp "Çok zor günler yaşıyoruz, ekonomimiz iyi değil" derken biz "inşallah, maşallah" temennileriyle ekonomik kriz yönetme çabasındayız.Gelin biz Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'ı dinleyelim. "Bize bir şey olmaz demeyin, herkes dikkatli olmalı." Bize çok şey olur ve olacak. Hatta mali piyasalardan daha çok reel sektöre olacak. Hazırlıklı olmak gerekir.

Kaynak:Referans Gazetesi

Hiç Bir Şey Tarif Edilemezken



bir kız,
büyüyüp serpiliyorken
saçların tülbentin altında unutmuş
işvesin şol ırmağa düşürmüş
eteğin bir taş kalbe takılmış da
ayağına ar'dan pabuç geçirmiş
**
*
bir kız,
büyüyüp serpiliyorken
suzenî hayaller devşirirken
elleri kınalanmış
gözleri hârelenmiş
kız olduğu naralanmış
**
*
bir kız,
büyüyüp serpiliyorken
yağız yüzler düşürmüş ardına
çocukluğu üşürmüş ardında
...
*
*
*
*


Bazen...

***
**
*
Hiçbir şey yaşamak kadar öldürmez insan'ı
bazen...





Ben Hep Seni Düşünürüm

*
**
***
*
**
***

Ben Hep ''SENİ'' Düşünürüm...!

*
**
***









...



Hiçlik Üzerine..

Bütün çağlarda en bilge kişiler yaşam üzerinde aynı yargıya varmışlardır: O değersizdir.(Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, Sokrates Sorunu)

Hiçliği düşündünüz mü hiç? Böyle bir şeyin olasılığını hiç hayal ettiniz mi? Ya da bir anlığına yabancılaşma ve yalnızlık hissettiniz mi? Bu garipliğin derinliğinde kayboldunuz mu? Soruların ve istemenin yok olduğu o anı hiç tattınız mı? Bu soruların en az birini sorgulayan birileri var mı buralarda? Benliğin dışına taşıp evrene sığamadığınız oldu mu? Bedeninizin dışında gelişen-gelişmeyen bir evreni hiç hayal ettiniz mi? Gerçeklik denilen yanılsamanın diğer tarafına geçtiniz mi? Kaygan ve tehlikeli olan ormanlarda gezindiniz mi? Kurgudan uzaklaşıp, düşünsüzlük seviyesine geçip nesneye yabancılaştınız mı? Bensizliğin macerasını ve insana kattığı o eşsiz şeyi; Biricikliği bilir misiniz? Üretkenliğin ifade edilemeyip sayılamadığı o yere hiç gittiniz mi? Peki, tüm değerlerin sıfırlanıp hiçbir yere sığmamasını nasıl anlamlandırırsınız?

Savaşların en çetinidir Hiçlik. Kendine dönme arzusunun simgeleşmiş halidir. Sıfırın sıfırla kavgasıdır. Ulu olanın, yüceltilenin alaşağı edilmesidir. Bire teslim oluşu ifade eder, tekilliğin nihai sonuç olduğu yegâne zekiliktir. Türevleşen yokluğun yarattığı zenginliktir. Kötümserliğin müjdelediği ruh kararmasıdır. Kendini beğenen hayvanın bu bencilliğini neden bu kadar arzuladığının sebebidir.

“Ne? Demek arıyorsun? Kendini on’a yüz’e katlamak istiyorsun demek? Yandaşlar arıyorsun ha? Hiçlikler ara!”(Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, Özdeyişler Ve Oklar)

Öznenin kendine yardım etmesidir. Toplam iyiliği ve sevinci parçalayıp beraberinde getirdiği boşalmadır. Gücün tekrar yüceltilmesi için güçten düşmektir. Duygusuzluktur, değersizliktir. Aşırılığını zamansızlıktan ve mekânsızlıktan alır. İşte bu yüzden bilinen hiçbir şeydir, hiçlik bilinemeyen özgürlüktür. Tadılmamış ve hissedilmemiş olana gebe bir dişidir, sıfatsız, erkeksiz.

Sahici misin? Yoksa yalnızca bir oyuncu mu? Bir temsilci? Yoksa temsil edilenin kendisi mi? Sonuç olarak bir oyuncunun taklidinden başka bir şey değilsin… İkinci Vicdan sorusu. (Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, Özdeyişler Ve Oklar)

Tüm bu yazılanların ışığında hiçliğin tanımsızlığı vurgulanarak ona yüklenen biriciklik getirisi ön planda tutuldu. Bunun nedeni kişisel ve tamamıyla algı dışında cereyan etmesiydi. Bu yüzden “O” teklikteki tekil ben’e aitti. Arayışın ve çokluğun bittiği mecradır ve onu yani hiçliği bulmak gerçekten savaşların en çetinidir.








12 Mart 2009 Perşembe

yalnızlık...


“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın”

“Paylaşılmaz”
*
“Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

“İlk yazı önce kendinde oluştur”

“ve sonra büyüt hiç solmayanı.”

Yalnızdır, yalnızlığını taşır gittiği yerlere.

-guraba-






MALCOLMX



Bir taş at.
Bir taş daha at.
Bir şiir ateşle. Bir yumruk yükselt.

Sesini yükselt.
Bir çocuk yetiştir.
Bir maske tak.
Duvara bir slogan yaz.
Şehitleri an.
Bir hayal kur.
Bir barikat kur.
Tarihine sahip çık.
Sokaklara sahip çık.
Bir slogan at.
Bir kurşun at.
Bir tohum ek.
Bir ateş yak.
Bir cam kır.
Terle.
Sahte belge düzenle.
Bir bildiri bastır.
Bir kanun kaçağını barındır.
Bir yara sar.
Bir dosta sevgi göster.
Silahını temizle.
Hakikati söyle.
Bir miting düzenle.
Arkanı kolla.
Gökyüzüne bak.
İz bırakma.
İşçilerden öğren.
Bir yoldaşa öğret.
Bir hücreyi ziyaret et.
Bir savaş esirini kurtar.
FBI'ın gizli dosyalarını çal.
Kendi kalbini çal.
Parolayı aklında tut.
Bir aynasızı silahsızlandır.
Bir füzeyi çalışmaz hale getir.
Bir fıkra anlat.
Bir plan yap.
Bir ümit ışığı gör.
İsmini değiştir.
Bir teoriyi test et.
Bir dogmaya meydan oku.
Korkunu kullan.
Bir damla gözyaşı akıt.
Haritayı incele.
Hainlerle hesaplaş.
Ağırlığını hakkıyla taşı.
Biraz daha ağırlık kazan.
Sevmek için mücadele et.
Sevdiğini bir daha söyle.
Sınırı aş.
EL HAC MALİK el-ŞAHBAZ
MALCOLMX



İstanbul ve Aşk!


İstanbul ve Aşk deyince belki insanın aklına ilk gelmesi gereken hususlardan bir tanesi mekanların insanlara olan hizmeti ve onlara sindirdiği güzellik duygusudur. Eğer bu mekanlar yaşadığınız yerler sizin içinize bir güzellik katıyorsa bu aşkın orada bir görüntüsüdür.


Fatih’in İstanbul’u alırken aşk ile hareket etmiş olmasının getirdiği bir yaptırım vardır ki , II. Bayezid şehri imar ederken şehrin estetik boyutunu, yani insan ruhuna nasıl olumlu yansır sorusunu daima gündemde tutmuş ve şehri ona göre imar etmiştir. Biliyorsunuz İstanbul’u İstanbul yapan II.Bayezid’tır. Fatih'ten sonraki dönemde her tarafı o imar etmiştir. Yollar yapılmıştır, Bizans’a ait köhnelikler ortalıktan kaldırılmıştır, şehrin bütün güzellikleri ortaya çıkartılmıştır. Bizans’ın eserleri bile ortaya çıkartılmıştır. Hepsi korunmuştur ayrıca. Bütün bunlar içerisinde aslında II.Bayezid’in yapmak istediği şuydu:



Bu şehir, şâirin ifadesiyle bilgelik madeni, irfan ocağı, sokaklarında mârifet satılan bir şehir. Mârifet kumaşlarının ölçüldüğü, kesildiği ve biçildiği, insan elbiselerinin mârifet kumaşıyla dikildiği, şehrin duvarlarının kültürle örüldüğü, kültüre yansımayan hiçbir tuğlanın hiçbir evin duvarına konulmadığı bir şehirden bahsediyoruz. Yani bu şehirde aşk illaki iki insanın birbirini sevmesi manasına gelmez. Belki Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yokuşundan yukarı doğru tırmanırken insanın terlemesi manasına gelir, belki Yahya Efendi’nin orada bir akşam serinliğinde bir boğaz manzarasıdır aşk, öbür taraftan baktığınızda belki Ebû Eyyub-el Ensâri (r.a)’de iç dünyasına dalıp gitmenin adıdır. Yahut ta o derin serviliklerin altında mezarların içerisinde biraz kendisine dünya ve zaman kayıtlarından sıyrılmış bir ânın hikayesidir.



Pierre Loti, Hatice hanım’a orada aşık olduysa Hatice hanımın çok güzelliğinden değildir. İstanbul'un güzelliğindendir. İstanbul’da böyle bir hayatı yaşamak istemesindendir birazda. Eyüp Sultan gibi Pierre Loti sırtı gibi bir yerden şehre baktığınız zaman yanınızda olan insanı güzel görmemeniz mümkün değildir!..



Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır


Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

Nedim

(21.06.2008 tarihli ''Miniaturk Tarih ve Sanat buluşmaları'' kapsamında düzenlenen ''İstanbul'da Aşk'' konulu seminerden İskender Pala hocamızın irticalen yaptığı konuşmadan derlenerek hazırlanmıştır.)





ve Kadınlar...


....... bir kadini aglatirken cok dikkat edin!.......

cunku Allah goz yaslarini sayar!
kadin; erkegin kaburgasindan yaratildi,

ayaklarindan yaratilmadi.

oyle olsaydi ezilirdi!

Ustun olsun diye basindan da yaratilmadi.

AMA GOGSUNDEN YARATILDI......

Esit olsun diye...Kolun biraz altinda...

Korunsun diye...

KALP HIZASINDA, SEVİLSİN DİYE!


Can Dündar


hani diyorum...


Sustuğu kadarını mı anlar insan...
bir sus(um)luk ömrü olan, hayat romanının?
Bu yüzden midir nedir
susmayışlarım,
yalınayak,
hiç durmamacasına,
kelimelerin peşinden bu koşuşturmalarım...
-guraba-


Seni Seviyorum EY Çocuk!

Baba! Diyorlar ki sen suçlusun.
Baba! Sen suçlu değilsin...
Baba! Neden tutukladılar seni?
Baba! Seni benden neden esirgediler?
Beni bir defa bile öpmeden,
Annemin gözyaşlarını silmeden.
Anne!
Her sabah yanaklarında gözyaşı görüyorum.
Filistin herşeye lâyık değil mi?
Hergün güneşe sesleniyorum...
Anne! Babamı birkez daha görebilecek miyim?
Yoksa, kıyamete kadar bir daha göremiyecek miyim?
Yoksa, annemin gözyaşları kıyamete kadar akacak mı?
Baba, neredesin!
Neredesin!
Baba, neredesin!
Neredesin!
Topraklarımız işgal ediliyor.
Filistin çiçekleri koparılıyor.
Babamı hiç öpmedim,
Güneş doğduğundan beri.
Bayramlar bayramı, şenlikler şenliği kovalıyor.
Şehid üstüne şehid düşüyor...
Babam demir parmaklıklar arkasında!
Kölelerin tutulduğu duvarların ötesinde.
O gün ne zaman?
Parmakların kırılacağı gün ne zaman?
Her sabah çocuklarını öpen babalar!
Çok şey mi istiyorum?
Çok şey mi istiyorum?
Ey ezilmiş çocukluğum
Ben Filistin'in çiçeğiyim
Ve babam demir parmaklıklar arkasında.
Babamı istiyorum...
Babamı istiyorum...
Babamı istiyorum...


........filistinli küçük kızın feryadı...






Kalp ve Göz



Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır.

Sevgili’nin yüzümü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.
Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.
Göz… Savaşı başlatan haberci.Bakış…
Elde olmayan kader; ilahi kaza.
Ve aşk…
Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir ben esir. Sonra devam eder:

- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o halde; etiğin zulmün cezasını çek bakalım.
Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc 46)
Göz görünce bir kez geriye ne kalır?

İskender Pala



<

Şimdilerde Herkes Aşık Herkes Mecnun


Şimdilerde herkes mecnun herkes leyla..Nedir bu sürüp giden muamma?
Eline saz alan “aşığım” diyor.Veysel misali türkülere soyunuyor.Kimse de “hoop kardeşim noluyor hele bi dur!”demiyor. “aşıktır” aklı başında değildir deyip müsamaha gösteriliyor.Kimse sorgulamıyor bunlar cidden aşık mı yoksa çehreleri süslü cümlelerle aşka mı boyalı?

Kendine mecnun diyen gerçekten mecnun mu?O makamın hakkını veriyor mu? O etiketi hak ediyor mu? Layık mı o sıfatı taşımaya? Ya da daha doğru bir soruyla o sıfatı taşıyabiliyor mu?

Siz de cevap arıyor musunuz bu sorulara? Varabildiniz mi işe yarar bir noktaya?düşüne düşüne yatak sardı beynim ama hala bir arpa boyu yol gidemedim.

Bir yandan “acaba” diyorum.”haksızlık mı ediyorum?”şimdiki sevdalılara.Cidden onlar da aşk sarhoşuysa?

Ama öbür yanda tecrübeler,okunup zihne işlenen bilgiler ve etraftan edindiğim gözlemler ..hiçbiri “evet” demiyor bu soruya.
Ben biliyorum ki:şimdi aşığım diyenlerin çoğu sevgi yoksunu.ve arayıştalar bir ömür boyu.Şimdiye dek ailede etrafta arkadaşlarında doyuramadıkları-kı doyurmaları da mümkün görünmüyor-o hissiyatı yaşama arzusundalar.Bence bu da kötü değil ama bunun adını koymakta hata.Onlar “aşk” diyorlar buna.”öldüm bittim yandım” feryatları ben asıl bundan şüphe duyuyorum.

Biliyorum..
Yaşım çok büyük olmasa da az çok biz de yaşadık o duygu taşkınlarını.Bende düştüm o girdaplara.O fırtınanın içindeyken her şey çok başka. Ve dışarı çıkıp baktığımda “eyvah..”diyor dilim.eyvah ki ne eyvah…

Aşk meşk değilmiş benimki yada şimdiki gençliğin hissi..Bizimki sonsuz bir yoksunluk.ömür boyu eksik bırakılmış bir yüreğin can çekişi.Bunun en göze çarpan delili her şeyin toz pembe geçişi.Nasıl mı?

Hiçbir şey aslına uygun değildir bu modda.Herşey hayal ülkesinde geçer,yaşanır ve biter.Öyle kolay kolay gerçek dünyaya ayak basmaz bu sevdalılar.Kendi ülkelerinde mutludurlar. Ama acı gerçek yüzlerine çarpınca bu sahnenin adı “hicran” kalır.
Hadi bakalım şimdi bu aşığı (adı Leyla yada mecnun) kim çıkarır o hüzün kuyusundan?

Ona göre hep bir umut vardır en zor zamanlarda bile.En umulmadık köşelerde belirir yarin yüzü.Yeni yeni filizler yeşertir gözyaşlarıyla.Hep varolmayı diler onun dünyasında ama hiçbir vakit bitişmez o “hayal doğrusu” yaşamın akışıyla.Teğet geçtiği noktalar dahi sayılıdır.Gerçek hayat kümesinin dışında bambaşka bir boyuttur.Bu yüzden şimdiki Leyla lar yada mecnunlar bence hakiki aşık değil..bu gurüha bende dahil.

O destanlaşmış hikayelerde mecnun gerçektir Leyla da.
Mecnun yar dediğinin her şeyini bilir.onu olduğu gibi sever.kimse beğenmese de herkesce çirkin bilinse de o “”dünyalar güzeline” aşıktır.

Oysa şimdi..
Herkes rüyalarının prens(es)ine aşık.adını dahi bilmediği yüzünü bile görmediği karşı cinse sevdalı.yazdığı birkaç kelimeye vurgun.ilettiği mesajlara meftun.
Sizce de aşk böyle mi yaşanmalı modern çağda?
Yoksa ben mi çok geri kafalıyım.Hala çöllerde yanan bir mecnun tasviriyle hata mı etmekteyım?

Ya da bu iş cidden her yiğidin harcı değil.ya benim kafam biraz antika.yada yaşananlar kurmaca?

Bir bakıyorsunuz çevrimiçi iki taraf da.sonra cümleler kuruluyor ard arda.ilanı aşklar ediliyor her pencerede.ama “gerçeklik” yok yine sahnede.

Bu eski kafayla ben esaslı bir çileden söz ediyorum size.
Aşk deyince…
Çölün kavurucu sıcağı-dondurucu soğuğu ve gözü kör eden fırtınası.
Aşık hissetmeli savrulan her kum tanesini.seraplar görmeli yer yer.
Ama bilmeli yine de kendi gerçekliğini ve Leyla nın asıl çehresini.onu öyle sevmeli
Sevebilmeli..

Günümüz sevdaları bu yüzden hoş gelmiyor bana.Bugün Leyla x ken yarın y oluveriyor.”Aşkından ölürüm” diyenlerden ölmedi kimse…baktılar ki Leyla sırra kadem bastı.Mecnun yeni ufuklara yelken açtı.Yeni bir nick le yeni bir adresle yepyeni bir kimlikle…

Gel de aşık ol şimdi bunca şeyi bile bile…

-guraba-


İnsan Seni Sevince...


*
*
insan seni sevince,
***
tutsakliğa
***
kızar tabi ...
***
**
*







11 Mart 2009 Çarşamba

AN GELİR





AN GELİR,
TEK BİR KELİME YETER ÇİLEDEN ÇIKMAYA...!
HAYKIRMAK İSTİYORUM. FIRTINALAR KOPARMAK

SABIRMI DEDİNİZ
YOKSA?

yüsra....

10 Mart 2009 Salı

HER GELEN BÖYLE DEDİ











HER GELEN BÖYLE DEDİ


Türkiye`den gelen birine sordum,

Sordum ya el sürme yarama dedi.

Kim ne derse desin, her şeyi gördüm,

Dokunma orama burama dedi.


Dedim, gardaş neden? Dedi ki dinle!

Sebep arıyorsan, sebebi tonla,

Tek tek söyliyeyim ârifsen anla!

Yurdun hali dönmüş drama dedi.


Gümrükçü istedi, avanta haydi!

Nerde ise beni don gömlek koydu.

Yollarda trafik polisi soydu,

Zor attım kendimi yöreme dedi.


Ne ise bunları kenara bırak.

Zenginin sofrası baklava, börek,

Fakirin evinde tamtakır terek,

Karnında bir lokma arama dedi.


Parası olanın işi yolunda,

Vitrin vitrin gezer karı kolunda,

Köylünün mahslü şişmiş elinde,

Kâr kalmış çektiği cereme dedi.


İşçinin evinde bir dirhem et yok,

Bebeği ağlıyor, anada süt yok,

İşinde güven yok, yuvada tat yok,

Düşünmekten düşmüş vereme dedi.


Onbini bulmuyor asgari gelir.

Beşbin kira verse geri ne kalır?

Kınamamak lazım acından ölür

Memur mecbur kalmış harama dedi.


Dedim daha varmı? Dedi ki bitmez.

Piyasa bir alem, gün günü tutmaz.

Bir günde bir eve on ekmek yetmez,

Ekmek inmiş üçyüz gırama dedi.


Her sabah onbinle çarşıya çıktım,

Akşama beş kuruş kalmamış baktım,

Aldığım bir şey yok, nerde bıraktım.

Ne oldu bilemedim parama dedi.


Resmi dairelik bir işin çıksa,

Boyun kıravatsız, ayak çarıksa,

Hele de askerden ahbabın yoksa,

Kimse bakmaz derde, merama dedi.


Dedim ki; anarşi..! Dedi; eh bitmiş..!

Velâkin sefalet yerini tutmuş.

Sırtımdaki hançer, karnıma batmış.

Böyle mi bakılır çareme dedi.


Köşeleri meyhaneler bürümüş,

Küfür çiçek açmış, iman çürümüş,

Şehirlerde fuhuş almış yürümüş,

Bunlar hep yokluktan türeme dedi.


Türkiye müslüman, birisi sorsa!

En baştaki adam orucu yerse(!)

Bu millet de onu ekranda görse;

Kim uyar dinime, töreme dedi.


Ah... Ulan ah dedi, şu felek yok mu!

Milliyetçi hapis, bu şimdi hak mı?

Dedim; hukuk varmış..!

Dedi hukuk mu..!

Vatan hainleri hür ama dedi.


Dedim ki; anlatma kalmadı neşem.

Dedi; Arif gardaş nasıl konuşam?

Giden ağam dedik, gelene paşam,

Bizde de kabahat var ama dedi.






AKP ve CHP KARDEŞTİR!






iktidar ve anamuhalefet meydanlarda rant için kavga ediyorlar. 29 Mart yaklaştıkça kavganın dozunun artacağına inanıyorum. Gelin şu kalan sürede projelerinizi açıklayın. Millet önünde kavga etmeyin, projelerinizi tartışın. Kavganın millete faydası yok. AKP, 5 yıl boyunca dışa bağlı bir ekonomi yürüterek vatandaşları açlığa mahkum etti. Derviş`in programını uygulayarak geldiği nokta ortada. Her kesimin tezgâhı dağıldı. Fabrikaların kapısına kilit vuruldu, son 4 ayda 1 milyon 454 bin kişinin işsiz kaldı. Sosyal devlet demek patates, un, beyaz eşya dağıtmak değil. Sosyal devlet demek iş imkânı sağlamak demektir. Türkiye Dubai modeli ile kalkınmaz. Türkiye, büyük Türkiye modeli ile kalkınır.



CHP Kocaeli Büyükşehir belediye başkan adayı Sefa Sirmen`in `her mahalleye Kur`an kursu` vaadine, açılımın CHP ile AK Parti arasında tartışma malzemesi yapılarak rafa kaldırıldı. "İlk bu açılım yapıldığında ben de destek verdim. Ama samimiyetlerine inanmadım. CHP bu açılımı yaptı, AKP eleştirdi. İkisinde de samimiyet yok. Şimdi CHP`ye sesleniyorum. Eğer bu konuda samimi iseniz, ilk önce 15 yaşından küçük çocukların Kur`an öğrenme yasağını kaldırmak için teklif verin. Kapalı olan bin 450 Kur`an kursunun açılmasını sağlayın."





Görüldüğü gibi akp ve chp arasında pratikte hiçbir fark yoktur, teoride biri muhafazakar diğeri demograt görünsede pratikte aralarında hiçbir fark yoktur. Bunu şurdan da anlamaktayız. İki partininde dış politikası, ımf ye bakışları, ab ye kucak açmaları iğneden ipliğe herşeyleri aynı.



AKP ve CHP KARDEŞTİR!



Yorum sizlerin...



-guraba-







Bütçede Rekor Açık




Bütçede rekor açık
Ocak ayında açık 2 milyar 967 milyon TL'ye ulaştı. Faiz dışı fazla 815 milyon TL oldu
11 Şubat 2009 Çarşamba, 12:10
Merkezi Yönetim Bütçesi, yılın ilk ayında 2 milyar 967 milyon lira açık verdi.
Maliye Bakanlığından yapılan açıklamaya göre, Ocak ayında bütçeden 18 milyar 796 milyon lira harcama yapıldı. Bütçe gelirleri de 15 milyar 830 milyon lira oldu.
Ocak ayında bütçedeki faiz dışı fazla da 816 milyon lira olarak belirlendi.




Kriz Bizi Teğet Geçmişmişmiş Elhamdülillah.....

yorum sizin...

AA

8 Mart 2009 Pazar

MEVLİD KANDİLİ




NELER DUYDU ŞU DÜNYADA
MEVLİDİNE HAYRAN KULKLARIMIZ
NE ADLAR EZBERLEDİ EY NEBİ
ADINA ALIŞKIN DUDAKLARIMIZ
ARTIK YOLUNU BİLMİYOR
ARTIK YOLUNU UNUTTU
AYAKLARIMIZ
KABENE SİYAHLAR
YAKIŞMAMIŞTIR YA MUHAMMED
BUGÜNKÜ KADAR.....

ARİF NİHAT ASYA


Bugün idrak edeceğimiz mübarek mevlid kandilinin size, ve tüm İslam alemine hayırlar getirmesini Allah(c.c.)'dan niyaz ederim.hayırlı geceler

3 Mart 2009 Salı

BİZ VE FUOCAULT

BU SABAH 3 ARKADAŞIMLA BERABER MİCHEL FUOCAULT'UN WHAT İS CRİTUQUE MAKALESİNİ SUNACAKTIK ARKADAŞLARIMIZA FAKAT BÜTÜN UĞRAŞLARA RAĞMEN NE YAZIK Kİ ORTAYA BİR ŞEYLER ÇIKMADI ÇÜNKÜ BU TARZ MAKALELERE YABANCI OLDUĞUMUZ DAN DOLAYI BİZİ ÇOK ZORLADI BUNUN YANINDA YAZIM DİLİ VE USLÜP BAKIMDA AĞİR OLMASI BİZİ ÇİLEDEN ÇIKARDI HİÇ BİR ŞEY ALATAMADIK.....<span style="font-weight:bold;"&gt;<span style="font-style:italic;"&gt;</span&gt;</span&gt;

1 Mart 2009 Pazar

HAYATIM EN ZOR ÖDEVİ

DEDİĞİM GİBİ 4 GÜNDEN BERİ MİCHEL FOUCAULT MAKALESİNİ ANLAMAYA ÇALIŞIYORUM
AMA BİR TÜRLÜ İŞİN İÇİNDEN ÇIKAMADIM ...... HER NEYSE İNŞAALLAH SALI GÜNÜNE KADAR YETİŞTİRİP DEĞERLİ ARKADAŞLARIMIZA ANLATACAĞİZ DAHA ORTAYA BİR ŞEY LER ÇIKMADI HAYIRLISI..........